SİYASİ İKTİDARLARIN EYLEMLERİNİ MEŞRULAŞTIRMA ARACI OLARAK DİN OTORİTELERİ


Tarih boyunca bir çok iktidar dini otoritelerle iç içe olmuştur. Tanrı inancının insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünecek olursak, yöneticilerin de din otoriteleri ile yakınlığına şaşmamak gerekir. Asıl dikkate değer nokta ise, bu tarz uhrevi makamların iktidarların icraatlarını meşrulaştırma aracı olarak kullanılmalarıdır. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden birine Delhi Sultanı Muhammet Tuğluk’un hükümdarlık döneminde rastlıyoruz. 


Kitle ve İktidar kitabının yazarı Elias Canetti’nin kaleminden Prens Tuğluk’un iktidarlık serüvenine bir göz atalım.




“Delhi sultanı Muhammet Tuğluk 14. yüzyılda Hindistan‘da yaşamış bir hükümdardı. Yaşadığı dönemin en kültürlü prenslerinden biriydi. Arapça ve Farsça ya hakim, üslubu güçlü, hat sanatında da çok iyiydi. Edebiyat, matematik, fizik, mantık ve yunan felsefesi ilgilendiği diğer alanlardı. Bunların yanı sıra tıp ilmine de meraklıydı, ilgisini çeken hastalarla bizzat kendisi ilgilenirdi. Sultan dindar bir müslümandı. İslamiyetin kurallarına sıkı sıkıya bağlıydı ve alkol kullanmaktan kaçınırdı. Adalete çok önem verirdi. İslamiyetin sadece ritüellerini değil ahlaki kurallarında ciddiye alırdı ve başkalarının da ciddiye almasını beklerdi. Savaşlarda gösterdiği yiğitliklerle de evrensel bir ürüne sahipti. Sultan ülkesini uzunca bir süre adalet içinde yönetti. Fakat Muhammet Tuğluk’un tahta geçmesi konusunda şaibeli söylemler vardı. Babası Tuğluk şah, yalnızca dört yıl hüküm sürdükten sonra bir kazada hayatını kaybetti; gerçekte nasıl öldüğünü, sırrı paylaşan birkaç kişiden başka hiç kimse bilmese de, kuşku duymamak imkansızdı. Hükümdarlığının en başından itibaren, bir kesim onun babasının katili olduğuna inandı. Delhi Sultanlığı en büyük boyutlarına Muhammet Tuğluk zamanında ulaştı.




 Fakat sultan bu kadarıyla yetinmek düşüncesinde değildi. Üzerinde yaşanabilir olan bütün dünyayı yönetim altına almak istiyordu ve bu projeyi gerçekleştirmek için çeşitli planlar yapıyordu. Büyük bir hırsla sefer hazırlıkları yaptı. Fetih planlarının en hırslıları Horasan ve Irak’a ve devamında Çin’e yaptığı seferlerdi. İlk sefer için 370.000 süvarilik bir ordu toplandı ve tehdit edilen şehirlerin ileri gelenlerine devasa miktarlarda rüşvet verildi. Fakat saldırı hüsranla sonuçlandı. Çin’in fethedilmesine ilişkin diğer plan, Himalayalar geçilerek gerçekleştirilecekti. 100.000 süvari en yüksek dağlara gönderildi, fakat dağ şartlarına dayanamayan ordudan yalnızca on kişi Delhi’ye dönebildi. Hayatta kalmayı başarsalar da, sultanın hayal kırıklığının kurbanı olup idam edilmekten kurtulamadılar. Başarısız olan bu seferler aynı zamanda devletin hazinesine de büyük ölçüde boşaltmıştı. Muhammed’in servetinin büyük olduğu doğruydu. Hindu krallarının vergileri her taraftan devlet hazinesine akıyordu ve babasından yüklü bir miktarda miras kalmıştı. Fakat tüm bunlara rağmen kısa sürede parasız kaldı ve tipik bir biçimde bu eksikliği bir hamlede temin etmeye yönelik bir yöntem aradı. Çinlilerin kağıt parası olduğunu duymuştu ve benzer bir şeyi bakırla yapma fikrine kapıldı. O altın ve gümüş yerine değerleri keyfi bir biçimde gümüş paralara göre belirlenmiş bakır paraların kullanılmasını emretti. Bu karar yüzünden, her Hindunun evi özel bir darphane haline geldi ve her eyalette milyonlarca bakır para tedavüle sokuldu. Prensler, köy şefleri ve toprak sahipleri bu bakır para sayesinde zenginleştiler ve devlet yoksullaştı. O kısa süre sonra paranın değeri hızla düştü ve bakır paralar Çakıl taşlarından daha değersiz hale geldi. Insanlar mallarını ellerinde tuttuklarından ticaret durakladı. Sultan bu kararın hatalı olduğunu fark edince uygulamayı durdurdu ve bütün bakırın hazinesine getirilmesini, orada eski türden parayla değiştirilmesini emretti. Bütün paralar hazineye toplandı ve Tuğluk Abatta bakır dağları oluştu; hazine büyük miktarda para kaybetti ve para kıtlığı var vahim hale geldi. Sultan bu politikasının hazinesine neye mahal olduğunu kavrar kavramaz, tebasına daha da hiddetlendi. Hazineyi yeniden zenginleştirmenin başka bir yolu vergilerdi. Zaten yüksek olan vergiler daha da yükseltildi ve amansız bir zülüm de toplanmaya başlandı. Köylüler daha da fakirleştiler, toprak sahipleri toprağını terk etti ve küçük büyük gruplar halinde her yerde bulunan asilere katılmak için vahşi ormana kaçtı. Topraklar atıl kaldı; giderek daha az tahıl yetişti ve merkezi eyaletlerdeki açlık özellikle uzun bir kuraklıktan sonra imparatorluğun her yerine yayıldı. Bu kuraklık yıllarca sürdü, aileler dağıldı, kentlerin tamamı açlıktan öldü ve binlerce insan yok oldu. İmparatorluğun kaderindeki gerçek değişim ortaya çıkaran belkide bu açlıktı. İsyanlar sıklaştığı ve eyaletler peş peşe Delhi’den koptular. Sultan isyanları bastırabilmek için zulmünü daha da artırdı. Her yer yakılıp yıkıldı kadın erkek demeden bir çok kişi kılıçtan geçirildi. Muhammet yaptığı zülüm yüzünden hiçbir vicdan azabı duymuyordu; aldığı bütün önlemlerin meşru olduğuna kesinlikle inanmıştı. Sultan yanındaki tarihçi Ziyaeddin Barani’ye eski kralların hangi koşullarda idam cezasını uyguladıklarını sordu. Niyeti, emrini verdi idam cezalarına meşrulaştırmaktı. Fakat tarihçinin cevabı onu tatmin edecek nitelikte değildi. Barani cevabını verirken, idam cezasına yedi koşulda izin verilebileceğin kanaatinde olan yüksek bir İslam otoritesinden alıntı yaptı. Yoksa idam cezası rahatsızlık, sıkıntı ve ayaklanma doğuruyor ve ülkeye zarar veriyordu. Bu yedi koşul şunlardı; gerçek dinden dönme, kasıtlı cinayet, evli bir erkeğin başka bir erkeğin karısıyla zina yapması, krala karşı suikast, isyana önderlik, kralın düşmanları ile işbirliği ve onlara bilgi aktarma, devlete zarar verebilecek itaatsizlik, ama başka bir itaatsizlik değil.Sultan, şimdi şartlar çok farklı diyerek bunu geçiştirdi ve bildiğini uygulamaya devam etti. Sultanın zalimliğinden de kötü yönetiminden de vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Ona göre ülkeyi eski günlerine kavuşturmanın ve isyanları bastırmanın başka bir yolu yoktu. Öte yandan ne isyanların sayısı azalıyordu ne de hükümdara karşı olan sevgi yitiminin önüne geçilebiliyordu. Her yer ceset tepecikleri ile doluydu. Yaptığı kıyımlardan değil fakat yönetiminin meşruiyeti konusunda vicdanı rahatsız oldu. Kendine göre dindar ve ahlaklı bir adamdı ve kral olarak konumunun İslam’ın en yüksek ruhani otoritesi tarafından kutsanmasını istiyordu. Daha önceki yüzyıllarda Bağdat’ta bulunan Abbasi halifeleri İslam dünyasının ruhani otoritesi olarak kabul ediliyorlardı. Fakat bu imparatorluk çoktan yıkılmıştı. 1258’de Bağdat Mollar tarafından fethedilmiş ve son halife öldürülmüştü. Yaptırdığı araştırmalar sonrasında, Muhammet Tuğluk, Mısır’daki halifenin kendi Papası olduğu sonucuna vardı. Mısır’daki halife ile yazılı görüşmeler yaptı, özel görevliler gönderdi. Halifeye yazdığı mektuplar yontulmamış iltifatlar içeriyordu. Halifenin elçisi gelince Muhammet bütün soyluları ve bilim adamları ile onu karşılamaya gitti ve oldukça uzun bir mesafeye ona doğru çıplak ayakla yürüdü. Paraların üstünden kendi adını çıkarıp yerine, İslam’ın en yüce yöneticisi olarak gördüğü halifeninkini koydurmuştu. Halifenin adı cuma hutbesinde geçiyordu, ama bu Muhammet’i tatmin etmek için yeterli değildi: halife tarafından kutsanmamış bütün öncüllerinin adları duadan çıkarıldı ve otoriteleri geriye dönük olarak geçersiz ilan edildi. Halifenin adı azametli binalara kazındı ve yanında başka hiçbir ismin bulunmasına izin verilmedi. Yıllarca süren karşılıklı yazışmalardan sonra, Mısır’dan içinde Muhammed’in resmen halifenin Hindistan vekili olduğunu belirten ciddi bir belge geldi. Bu belge Muhammed’e o kadar haz verdi ki saray şairlerini bu belgeyi mahirane bir biçimde şiire dönüştürdü. 




Muhammed’in sertliği başarısızlıklarıyla arttı, diğer bütün açılardan sonuna kadar aynı kaldı. Bir katilin elinde ölmedi. 26 yıl hüküm sürdükten sonra, bir cezalandırma sefer düğünde yakalandığı hummadan öldü.”


Elias Canetti, eserinde bu şekilde özetliyor Delhi Hükümdarı Muhammet Tuğluk’un iktidarlık serüvenini.


Muhammet Tuğluk’un hükümdarlık süreci politika, din, ekonomi gibi bir çok alanda üzerine derinlemesine  konuşulabilecek detaylar barındırıyor. Konumuz itibari ile üzerinde duracağımız kısım Sultan’ın islam halifesinin onayını eylemlerini meşrulaştırma amacı olarak kullanması. Muhammet Tuğluk ruhani bir otoriteyi eylemlerini kabul edilir kılmak için kullanan ne ilk ne de son yönetici. Laik bir yönetim şeklinin hakim olmadığı bütün devlet düzenlerinde bu duruma rastlamak pekala mümkündür. Hatta belki laik düzenlerde bile.

İnsan doğası gereği yanlış eylemlerde bulunmaya, ahlak kurallarını çiğnemeye meyilli bir varlıktır. Bir dini inanca tabi olmak, eylemlerinden dolayı tanrıya hesap verecek olma düşüncesi inanan bir insanı doğru bir çizgide yaşamaya zorlar. Fakat yine de bu konuda başarılı olamazlar ise vicdanlarını rahatlatmak için, kendilerine dini bir referans aralar. Bu referans genellikle kendini söz konusu dinin temsilcisi olarak addeden ve belli çevrelerce dini bir otorite kabul eden başka bir insandır. Hristiyanlıkta Papa, islam tarihinde Halife, günümüz türkiyesinde Diyanet işleri başkanı bu otoritelere örnek verilebilir. Normal insan ilişkileri düzlemine inecek olursak, bir kilisenin papazı, bir cami imamı, tarikat ve cemaat liderleri küçük çaplı dini otoriteler olarak görülebilir. El vermek, tövbe almak, günah çıkarmak, badelenmek vb. bir çok eylem aracılığı ile inananlar yaratıcı ile bağ kurduklarına ve bu şekilde günahlarının affedildiğine inanırlar. İktidar sahiplerine gelince, onlar da çoğu zaman devlet yönetimindeki aşırılıklarını meşrulaştırmak için din büyüklerine başvururlar ve genellikle fetva adı altında yapmak istedikleri eylemler için dini ruhsat çıkarırlar. Dini bir otorite olarak kabul görebilecek çoğu uhrevi figür, iktidarla karşı karşıya gelmemek adına ya da gerçekten öyle olması gerektiğine inandığı için söz konusu durum veya icraatın dine uygun olduğuna dair beyanda bulunur. Bu noktada iktidar sahibi, ahlaki ve bilhassa dini noktada tartışmalı olan icraatlarına hem politik hem de psikolojik olarak bir meşruluk kazandırmış olur. Yöneticinin yaptıklarını onaylamayan, daha teknik bir deyimle iktidarın eylemlerini dini çerçevede meşrulaştırmak istemeyen otorite figürleri de vardır. Bunun en bilindik örneklerinden biri İslam’daki Hanefi Mezhebi’nin kurucusu Ebu Hanife’dir. Ebu Hanife Emevi ve Abbasi devletleri zamanında yaşamıştır. Derin bir ilmi birikimi ve geniş bir etki alanı bulunan Ebu Hanife, mevcut iktidarlar tarafından yanlarına çekilmek istense de, yöneticilerin islami kaidelere uymayan icraatlarını fetvalar yolu ile meşrulaştırmayı hiç bir zaman kabul etmemiştir. Tabi bunun sonucunda ömrü zindanlarda ve sürgünlerde geçmiştir. 


Muhammet Tuğluk’un iktidarlık serüvenine dönecek olursak; her ne kadar günümüz Hintli tarihçileri tarafından yaptıkları savunulsa da; yanlış devlet politikalarının, öfkeye kapılıp onlarca insanın ölüm emrini vermesinin aklın ışığında, ne dini ne de dünyevi değerler bakımından onaylanır bir tarafı yoktur. Fakat dönemin İslam Halifesi tarafından “ciddi” bir belge ile bulunduğu toprakların islam vekili tayin ediliyor ve bu şekilde Sultanın halk tarafından kabul görmeyen yanlış icraatları dolaylı olarak meşrulaştırmış oluyor. Dini kaideler çerçevesinde asla kabul görmeyecek eylemlerine rağmen, tarafından güzel bir muamele gördüğü için, Sultan’a böyle bir ayrıcalık tanıması bir dini temsil eden en üst yetkili Halife’nin insani zaafiyetlerini gözler önüne seriyor. Bu durum aslında bize tüm din otoritelerinin her daim sorgulanması gerektiğini gösteriyor. Bu minvaldeki otoritelere koşulsuz şartsız itaatin ne kadar tehlikeli olduğunu belirtmeye gerek dahi yok.


Muhammet Tuğluk’un ruhani otoriteleri meşrulaştırma amacı olarak kullanması islam özelinde olsa da, her dinden ve inanıştan birçok yöneticinin iktidarlık yolculuğunda yaşayacağı cinsten bir hikaye olduğu su götürmez bir gerçektir.


Asıl soru şudur ki; İster inançlı bir iktidar sahibi olsun, isterse herhangi bir dindar birey; insanlar sonsuz bir ilme sahip olduğunu düşündükleri bir yaratıcıya inanırken neden onun yarattığı başka bir kulun aracılığı ile -genellikle yanlış olduğunu zaten bildiği- bir eylemi için meşruluk arayışına girer? 


Yaratıcıya yakınlaşmaya çalışırken, yaratıcı ile araya duvarlar örmenin adı bu olsa gerek. Ya da mesele inanç bile değil yalnızca sahip oldukları dünya nimetlerini(!) korumaktır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar