“ANNEM BEN DOĞDUĞUM AN ÖLDÜ”

 


Önce sömürge topraklarına, ordan da bir kadının iç dünyasına gidiyoruz. Annemin otobiyografisi, Jamaica Kincaid’in türkçeye çevrilmiş ilk eseri. Aralık 2023’de Türkçe ilk baskısı yayınlanmış. Bu kadar kısa süre içinde bu kitaba rastlamam ve temin edebilmiş olmamı büyük şans sayıyorum çünkü Kincaid’in kalemini çok beğendim.


Toplumsal gerçekçilikle bireysellik bir arada bu eserde. Bu açıdan, her ne kadar benim için aynı ölçüde vurucu olmasa da, tarzını Annie Ernaux’a yakın buldum. 

“Annem ben doğduğum an öldü” diye başlıyor eser ve bunu kitap boyunca defalarca tekrarlıyor. İlk etapta Annie Ernaux’un annesini anlattığı Bir kadın gibi yazarın annesini anlattığı otobiyografik bir eser sanmıştım. Fakat bu aslında kurgu bir romanmış. Yazarın kendi hayatından bir kesit olmadığını kitabı bitirdiğimde fark ettim ve roman karakterin yaşadıklarına dair bazı duyguları nasıl bu kadar güçlü verebildiğine oldukça şaşırdım. 

Kahraman Xuela İngiliz sömürgesi altında olan Karayipler’de dünyaya geliyor. Kurgunun merkezinde annesinin daha o doğarken ölmüş olması var ve bunun Xuela’nın yaşamında yarattığı boşluk üzerinde şekilleniyor her şey. Yaşadığı tüm duygusal yıkıntıların kökeninde bir şekilde anne özlemi yatıyor, öyle ki Xuela’daki hüzün bir iğne gibi okuyucunun yüreğine batıyor. Okur her sayfada, açıkça yazılmasa bile, sanki şu satırları okuyor; annem yaşasaydı hiç bir şey bu kadar zor olmazdı. 

Karakterin çocukluk duygularına şahitlik ediyoruz önce. Annesizliğin onda yarattığı acının tezahürü olarak dışarıya gösterdiği katı umursamazlık. Sonra mektuplar yazarak duyguları ile baş ettiğine şahit oluyoruz. Bunun yazarın hayatından bir kesit olduğuna eminim, çünkü çoğu yazar böyle başlar yazma serüvenine. Sonrasında Xuela’nın üvey annesi ve kardeşleri ile yaşadıkları, kadınlığa evrilişi, cinsellikle tanışması, evlilikleri. Her evrede ustaca yansıtılmış duygu durumlarına şahitlik ediyoruz. Bu meselenin bireyci kısmı. 

Öte yandan sağlam toplumsal eleştiri var eserde. Sömürge altında yaşayan bir topluma çok güzel bir ayna tutulmuş bir kere. Zannederim ki sömürgecilik teması içeren bir eser okumamıştım daha önce. Sömürge topraklarındaki yaşama göz atmak etkileyici bir deneyim oldu. Göçmenlik üzerine çok şey okudum; topraklarından, sevdiklerinden uzakta, bambaşka bir dili konuşmak zorunda olduğun Ağota Kristof’un dediği gibi; asimile olup benliğini kaybedene kadar aşılması gereken bir çöl, yeni bir ülke. Fakat sömürge altında olmak, vatanın olan, doğduğun topraklarda bir yabancı olmak, kendi yurdunda kendi dilini değil, denizlerin ötesinden gelmiş fatihlerin dayattıkları dili konuşmak, çocuklarına hiç görmediğin ve görmeyeceğin, hakim ülkenin kral ve kraliçesinin adını koymak, onların dini inancını yaşamak… İlk kez bu kadar yakından bakmıştım bir sömürge ülkesine, üstelik bir kadının iç dünyasındaki aynadan. kristofun çölünün başka bir rengiydi. Öte yandan yer yer kilise eleştirisi yer alıyor romanda. Tıpkı Tolsloylarda Dostoyevskilerde, saptırılmış inancın dayanılmazlığından kaçıp edebiyata sığınan bir çok yazarın eserinde görebileceğimiz gibi. En çok dikkatimi çeken şeylerden biri de cinsiyet eşitsizliği. Erkek çocuğu doğurmanın bir anneye bir ayrıcalık sunduğu inancı. Bu ayrımcılığa sık sık vurgu yapıyor yazar. 

Bu eser amerika kıtasına götürdü beni. Çok beğenerek okudum. Yazarın iki eseri daha türkçeye çevrilecekmiş yakın zamanda. Bunu beklemeden İngilizce ya da Almancadan okumayı düşünüyorum diğer kitaplarını. Ama tabi duygu derinliğini yakalamak için elbette Türkçe okumayı tercih ederim, güzel çeviriler olması umudu ile…

Yorumlar

Popüler Yayınlar