PARASIZ YATILI

 



Sonra dedim ki; edebiyatın bile vatanında yeşereni güzel.

Çocukluğumun yazlarında akşamüzerileri bahçede radyo dinlerdik. Radyodaki dj kadın bir keresinde şunu söylemişti; kaseti çok satan bir sanatçı olmak istiyorsanız ölmeniz gerekiyor, çoğu insan sizi ilk kez o zaman tanıyor. Ne zaman bir şarkıcı ölse işlettiği müzik dükkanına insanlar gelir onun kasedini satın almak isterlermiş. İşte o gün bu gündür kıymetli bir sanatçıyı, bir ressamı, bir yazarı ölümü vesilesi ile tanımaktan utanç duyar oldum. Fakat ölümü ile büyük insanları tanımak, entellektüel dünyaya girmekte çok geç kalan benim için neredeyse bir kader olmuştu. Marquez’i ve Yüzyıllık Yalnızlık’ını o ölünce tanımıştım. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyunca ay sahi dedim Kundera daha geçen yaz öldü; öldüğünde bile tanıyamamıştım onu. Avuçlarımın içinden kum taneleri gibi kayıp gitmiş hepsi, ben hayata bakıyor ama hiçbir şey göremiyorken. Ve bana artık aynı gökyüzüne bakamıyor olmanın acısı kalmış. Bu zincirin halkasına şimdi Füruzan’ı da ekledim. Gözlerimdeki perdeyi çok geç aralayabilmiş olmanın mahcubiyeti ile ödüller almış öyküsü Parasız Yatılıyı aldım elime. Dedim şimdi kaybedilmiş zamanı telafi etme vakti.


Bu kitabı seçme sebebim adının bende merak uyandırmış olması. Bir kitabı okumadan evvel hakkında ön bilgi çok almam, üzerine yazılan incelemeleri okumam ki bir ön yargım oluşmasın. O sebeple içeriği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Adından yola çıkarak 20. Yy’ın ikinci yarısında parasız yatılı okumuş kırsaldan gelmiş bir kız çocuğunun iç dünyasını okumayı bekledim. Bununla uzaktan yakından alakası yoktu kitabın. Ama tabi bambaşka güzellikleri vardı. 

Son zamanlarda, ki çok uzun süredir yabancı yazarlar okuduğum için, bu kitabı okurken dedim ki edebiyatın bile vatanında yeşereni güzel. Olaylar tanıdık, sözler, deyimler hep duyageldiğin şeyler, evler sanki senin içine doğup büyüdüklerin, sokaklar hep yürüdüklerin. Özellikle 20. Yy’ın ilk yarsına savaş zamanlarına uzanan ipler var bu eserde. Savaş yılları, savaş sonrası toplum, evlilikler, dönemin anadolusunda kadın olmak, anne olmak, geçim sıkıntısı… 20. Yy’ın ilk yarısındaki Avrupa’da ordan oraya sıçrarken bu sefer anadolunun bağrında buldum kendimi. Gözlerimi kapadım ve kafamın içinde Danimarkalı Tovi Ditlevsen ve annesi, fransız Annie Ernaux’un annesi ve anneannesi, Macar yazar Agota Kristof’un hikaye kadınları ve hatta bu da yetmedi Amerika’ya uzanıp Jamaica Kincaid’in hikayelerindeki sömürge gölgesinde yaşam süren kadınlarla kıyasladım Anadolu kadınlarının yaşantısını. Füruzanın anlattıklarını tam anlayabildim mi bilmiyorum ama kendi kafamın içinde çok güzel bir bütünlük sağladım kendimce.

12 hikayeden oluşuyor eser. Bazılarına çok odaklanamasam da iklimine girebildiklerim çok etkileyiciydi. Bana teknik olarak en sıra dışı gelen Münip Beyin Günlüğü oldu. Bu sene aldığım, kapağında Gustav Klimt’in öpücük tablosunu taşıyan minik ajandamın her gününe üç cümleyi geçmeyecek güne dair ufak şeyler yazarak duygu durumu günlüğüne çevirmiştim. Bunun aslında bir öykü potansiyeli taşıdığını fark edip şaşkına döndüm ve mutlu oldum. Bir çok kişi bu kısmı sıkıcı bulmuş fakat Münip beyin her günü birkaç cümleye sığdırarak ifade ettiği inişli çıkışlı hayatını bir EKG cihazınının ekranına bakar gibi izlemek bende değişik bir his uyandırdı. Sıradanlığın sıra dışılığı diyorum ben buna. Sevdim.

Füruzanın dünyasına girmek için güzel bir başlangıçtı Parasız yatılı. Anlatım akıcı, yalın ve içten. Diğer eserlerinde de aynı çizgiyi sürdürdüğüne eminim.

Yorumlar

Popüler Yayınlar